18 Ekim 2014 Cumartesi



"Alice'in dükkanını buldum!"

Samanpazarı'ndan yukarı doğru çıkarken Gramofon Kafe'yi sağınıza alın ve ilk sola dönün işte tamda yolunuzun üzerinde bir han göreceksiniz. Hanın kapısını aralayın ve adımınızı şöyle bir içeri doğru atın, eski Ankara'nın modern dünya ile imtihanına hoş geldiniz.

Ortada bir avlu var. Avlunun çeperine dayanmış merdivenler ayrı ayrı ahşap evlere açılıyor. Alt katlar ufacık dükkanlardan, üst katlar ise sıcacık kafelerden oluşuyor. Avlunun ortasında yazın son güneş ışınları ile ısınan masaları göreceksiniz. Eğer sabah saatlerine denk geldiyseniz o masalarda esnafı görebilir ve bir koyu sohbete oturabilirsiniz. Hana daha çok kadın eli değmiş gibi, çünkü o küçük dükkanları daha çok kadınlar işletiyor. Doğal olarak da o masalarda kadın sohbetleri dönüyor. Han olur da kediler olmaz mı? En az iki kedi siz dükkanların camekanlarına bakarken ayaklarınıza sürtünebilir ve aksi bir eda ile yanınızdan uzaklaşabilir.


Yan yana iki dükkan görürsünüz kapıları avluya açılan. Birinde keçelerden özel tasarım takılara doğru yol alırsınız, diğerinde renklerin cazibesine kapılırsınız. İşletme tamamen kadın ürünü gibi duruyor. Takıların tamamı özel tasarımcılar tarafından tasarlanmış ve sipariş üzerine çalışıyorlar. Müşterileri daha çok doktor ve belirli bir mevkiye gelen kadınlardan oluşuyormuş. Kendinizi kaybetmeden bu şık dükkandan çıkın ve yanda ki dükkanın ışıltılı dünyasına kapılın. Öyle renkli bir yer ki ilk başta kendinizi bir çizgi film kahramanı sanabilirsiniz. Dükkandaki renk cümbüşü içerisinde minyatür boyutlarda ve gerçeğini hiç de aratmayan ev eşyalarını görüyorsunuz. Öyle gerçekler ki bir an kendinizi Alice sanarsanız hiç şaşırmayın.Ben ilk gördüğümde "Aha Alice'in dükkanını buldum!" demiştim.

Dükkan sahibesinin bahsettiğine göre bunlar koleksiyon sahipleri içinmiş. Bu küçük eşyalardan birer oda tasarlayıp koleksiyon yapıyorlarmış meraklıları. Küçük olduklarına bakmayın, ince bir hesap yaptığınızda en az büyükleri kadar pahalı bu her bir eşya. Ama öyle sahici ki sizi kendine çekmeden olmuyor. Bir hayli de meraklısı, hatta yurt dışından bunun için gelenleri bile varmış. Ankaralılarda bayağı merak salmış bu yeni koleksiyonlara. Hayallerine sığmayan minik odalar yaratmışlar kendilerine. Dükkanları Ankara Kalesi Pirinç Han'da gezmek mümkün.





14 Ekim 2014 Salı


"Bir seyyah geçti!"


Bir seyyah olmak var bu dünyada, bir seyyah gibi her hayattan bir yudum tatmak var, bir seyyah gibi her demden gam almak, her gamı bir başka diyarda bırakmak var. Hepimiz özenmişizdir seyyahlara, ama hiç birimiz cesaret edememişizdir bir seyyah olmaya. Çünkü bizim, aşk gibi, aile gibi, yarınlar gibi görünmez prangalarımız var. İşte bu imrenilesi seyyahlardan biri de Ankara'dan geçti. Benimde yolum tesadüfen onun rotası ile kesişti.



Röportaj yapmak için tanıştık Tarık Gök ile. Sergisini bizzat onunla gezip de Himalayalar'dan Hindistan'ın arka mahallerine kadar her alanda fotoğraf karelerinin hikayelerini dinleyince kendisine evlenme teklifi ettim. Cidden ettim. Ama seyahatinin ve yaşamının ayrıntılarını dinleyince vaz geçtim :) Tarık bey İzmirli,  Ankara'ya sergi için gelmiş. Yanda gördüğünüz fotoğrafın inanılmaz bir hikayesi var. Birgün şu internetteki formlardan birinde anlaşıp 5 kişi yola koyulmuşlar. Himalayalar'dan Hindistan'a doğru gitmişler. 3 saat süren röportajın
 sonunda anlattığı hikayeleri buraya sığdırmam imkansız. Ama biri var ki onu anlatmam lazım. Bu güzel gözlü çocuk Hintli fakir bir ailenin engelli çocuğu. 15 yaşında. Gök, ilk gezinsin de onun fotoğrafını çekiyor ve Türkiye'de ki sergisinde fotoğraf satılıyor. Parayı cebine koyamayan Gök, adını dahi bilmediği bu çocuğu aramak için tekrar Hindistan'a gidiyor. Tesadüfen çocuğu buluyor ve ona parayı veriyor. Sonra diğer yakın kadraj fotoğrafı çekiyor. Şimdi onun geliri de ona gidecek. İşte bu hikaye benim insanlığımı sorgulattı. Birde tarık bey öyle bir şey dedi ki,  "Ben sadece 6 saat özgür değilim. Çünkü onda uyuyorum. Ya siz kaç saat özgürsünüz?"

Sahi, biz özgür müyüz?

Dip Not: Hindistan'dan adını bilmediğim bir taşım oldu :)
Merhaba ...

İlk giriş için bence gayet iyi bir sözcük. Bulmakta çok zorlanmadım. :) Sonuna üç nokta da koydum ki bitmediği aksine bir başlangıç olduğu ve devamının geleceği anlaşılsın diye. Hem üç nokta kullanmayan yazar mı olurmuş diye. Farkındaysanız kendimi yazar bile ilan ettim.

 Merhaba ...

Arapça bir sözcükmüş. Rahat ol, gevşe gibi bir anlamı varmış, öyle diyor Hazreti Google amcamız. O zaman hep beraber merhaba olalım. Niye ise bu kelimenin ardında bir Ahmet Kaya sesi tınlıyor kulağıma. Hani var ya, hani diyor ya, "Yağmur yağsın isterdim bu sabah, merhaba soylu sevdam merhaba" işte öyle,

MERHABA...

Şu satırlar yıllar öncesinden tasarlandı da, anca bir Ankara akşamında durduk yere, bir gazete ofisinde haber kokusuna karışan sigara dumanı ile klavye tuşu sesleri arasında yazılabildi. Beni bilenler bilirler, kırmızı defterlerimi benden iyi bilirler. Ve buradan o kırmızı defterlerden çıkan notları yazacağım. Canım istemeyecek yazmayacağım.

Ama en azından şimdilik hadi merhaba olalım...


Dip Not: İşte o Ahmet Kaya şarkısı: