17 Aralık 2014 Çarşamba


"Vakit tamam seni terk ediyorum...

Bütün alışkanlıklardan öteye. Yorumsuz bir hayatı seçiyorum. Doymadım inan, kanmadım sevgiye. Korkulu geceleri sayar gibi, birden bire bir yıldız kayar gibi, ellerim kurtulacak ellerinden bir kuru dal ağaçtan kopar gibi..." demiş... Çocukluğumda her pazar onun sesi ile uyandığım adam.

Üstat dediyse "Vakit tamam" o halde tamam... Şuandan itibaren bir veda ezgisi çalıyorum.

Hiç bir zaman çok yaşayacağımı düşünmedim. Bunu hep sordun. Hiç bir zaman gerçeği bilmedin. İki koştum bir tıkandım. Bir sevdim bin öldüm. Bekledim bir telefonda gelecek müjdeyi bekledim. Ölümseydi o korktuğum, ölümse madem o gelecek olan... Haydi başlayalım...

Parmak uçlarına değen o sıcaklık vardı ya. Onlar incimen bir hayatın yarasıydı. Kalacak tüm izlerim hayatında. Gözümden bir damla yaş aktığında. Bir yer bulabilirsen beni hatırlatmayan... Hoş çakal...
Sana bir gün bu satırlar ulaşırmı bilmem. Ama unutma sedye ile taşınır kan çiçekleri... Ve adımların birbirine dolaşır. Ben böyle, yanlızlık görmedim. Beni birgün bu şarkıyla anarsın. İçinden kopar bir şımarık gülümseyişim, ağlarsın... Gecikmiş bir veda kalıntısıyla beni anarsın.  Yazdıklarımdan çok fazla değilsin, sen şimdi herkes gibisin. Karanlığa bakıp durma. Beni sakın karanlıkta arama. Beni hep güneşin yüzünde, sabahlarda ara...

Teşekkür etmeliyim binlerce kez sana. Ben yazdım mısraları, ben sevdim seni, tek bir anından pişman değilim. Sen hep kendini aradın ben seni. Aptal bir hayat kur içinde beni barındırmayan. Uykumun arasında çağırdığım çocukluk sesimsin. Şimdi git, bir duvar gibi ömrüme devrile, devrile git.

Yapardım ya ben, kurardım ya beylik cümleler. Hangisi yalan ki şimdi. "Çocuklarıma anlatacağım çok güzel bir anı" değil de ne şimdiki... Bir haftadır zorluyorum kendimi. İyi günleri hatırlamak için. Güldüklerimi, mutlu olduklarımı. Ben başaramadım umarım sende onlar kalmıştır. Umarım beni sadece onlarla anarsın. Hani sana demiştim ya. Seni benim kadar seven bir kadın bulamayacaksın. Unutma. Bulamayacaksın. :) Bir gün seninle bir başka şehirde. İki yabancı gibi karşılaşacağız. Selam vereceğiz birbirimize. Sen kendini bulmuş olacaksın ben senin benden sakındığın o aşkı... Hep sonradan gelmez mi akıllar başa. Hüzünlü bir akşam işte hepsi bu. Geç kalmış bir vedanın mısraları bunlar. Okur musun bilmem. Ama hep güneşte hatırla beni. Ve unutma sakın söz verdin bana söz verdin. Kimseye anlatmayacaksın beni. Yapmayacaksın bunu...

Yazacak ne çok şey var aslında. Gelirse aklıma yazarımda. Yazmayı sevdiğimi bilirsin. Ama şimdi bildiğim tek şey var. Vakit tamam... Seni terk ediyorum...



25 Kasım 2014 Salı



Yine günlerden son yaz, yine yaşım çocuk ...

Yine kimbilir hangi düşün kumarında kaybettim hayallerimi....

Koşuyordum, hızlıca durmadan koşuyordum... Düştüm... Dizlerim kan revan... Geçmiyor hiç, gözlerimden bir hayal burktum, en güzel yerinden... Koşuyordum... Düştüm....

Eğilip alıver çocukluğumu, sakla en güzel yerinden anıları, ben dönemiyorum ardıma... Yanılırsa yüreğim sök ver sevgini... Şimdi gözlerim karanlık, zihnim bulanık tutuver son umut ışıklarını önüme.

Ben "Yalancı Köpek"...  Çok acıyor, yanılmalar batıyor, çok kanıyor... Sen bana büyük ben sana çocuk... Didişmeye gör... Git... Çok acıyor... Çok kanıyor git... Ben "Yalancı Köpek"...

"Gözünden düşen yaşlar ellerime değdi" delik deşik içim, acımaz kanatır beni, geceler gözlerimin düşmanı...


Geçmiyor hiç...



3 Kasım 2014 Pazartesi


 Yıllar yıllar önceydi...

Anı yazılarında ya da yaşı kemale ermiş oturaklı amca ve teyzelerde bu sözü duymak bir hayli olası değil mi? Şimdi sıra bende. Yaşım kemale ermedi. Oturaklı bir teyzede değilim.
Ama gerçekten yıllar yıllar önceydi.

Vizeler, yani nam-ı değer yüksek öğrenimin yüksek dereceli boş sınavları başladı. Okul hiç görmediğiniz kadar kalabalık. İnsanlar hiç olmadıkları kadar dost canlısı. Tabi bende hiç olmadığım kadar öğrenciyim. İlef'in o kısa boylu yokuşunu tırmanırken bugün aklıma geldi. Sahi ben öğrenciydim. Ve bu yıl son kez öğrenciyim.

Dört yıl öncesine bakıyorum. Dört yıl öncesi bir eylül Ankara'sına. Bu kente dair, bu insanlara dair, bu hayata dair hiç bir şey bilmeyen bana.

Şimdi Tunalı'dan aşağı inince Kuğuluya çıkıldığını biliyorum. Gençlik Parkı'nda yürüyüp zamanı gelince Küçük Tiyatro'da oyuna yetişmeye çalışmanın zevkini tattım. Ankara'yı ayaklarımın altına alıp yemek yedim. Parasız kalmam ben pek de, taksi az yazsın diye Sıhhıye'de indiğimiz de oldu. :)  Bir sürü oyun seyrettim. Sergilere gittim. Sanatı yutmuş insanlarla tanıştım. Ceset gördüm, cenaze namazı kıldım. Kazandıklarım oldu kaybettiklerimde. Hatalarımda oldu, hata saydıklarımda...

Sevdim, çok sevdim... Çocukça sevdim... Büyüdüm... Gündüzler gecelere yenildi. Geceler gündüzlere devrildi ve ben büyüdüm. Yanarım aylaklık edemedim. Yanarım çimenlere uzanıp pek batak oynayamadım. Yanarım çok dost biriktiremedim. Ama söyleyin anneme iyi yaşadım... Hatırlatın çocuklarıma çok anı biriktirdim.

Şimdi mezun oluyorum. Boş bir kovana düşüyorum. İçine yandığımın iş dünyası ben daha mezun olmadan "Merhaba Bebek" dedi bile bana. Hayat çiziyoruz şimdi iki ayrı yoldan bir rotaya. Bakalım...

Devrilin şimdi ömrümün pişmanlıkları. Devrilin şimdi sayfalarca makalelerini hatmettiğim hayatımın içine eden Marx, Weber, Rousseau. (Sizi iş hayatının bir yerinde kullanırsam adınıza methiyeler düzeceğim. Hele oğlum Marx senin proleteryanı. Kapitalistiz la biz. Buradan bizim "Küçük Frankurt"a selam olsun)  Bozkırın sert ayazından boğazın rüzgarına uzanmaktır niyetim. Dur diyen olmadıkça yürümektir Kadıköy'den küçük pastahane dükkanına hedefim. Kanlıca'da yoğurt, Çamlıca'da çay, Ortaköy'de kumpir, Beşiktaş'ta maç, Levent'te plazalar...

Haydin bana eyvallah ....

18 Ekim 2014 Cumartesi



"Alice'in dükkanını buldum!"

Samanpazarı'ndan yukarı doğru çıkarken Gramofon Kafe'yi sağınıza alın ve ilk sola dönün işte tamda yolunuzun üzerinde bir han göreceksiniz. Hanın kapısını aralayın ve adımınızı şöyle bir içeri doğru atın, eski Ankara'nın modern dünya ile imtihanına hoş geldiniz.

Ortada bir avlu var. Avlunun çeperine dayanmış merdivenler ayrı ayrı ahşap evlere açılıyor. Alt katlar ufacık dükkanlardan, üst katlar ise sıcacık kafelerden oluşuyor. Avlunun ortasında yazın son güneş ışınları ile ısınan masaları göreceksiniz. Eğer sabah saatlerine denk geldiyseniz o masalarda esnafı görebilir ve bir koyu sohbete oturabilirsiniz. Hana daha çok kadın eli değmiş gibi, çünkü o küçük dükkanları daha çok kadınlar işletiyor. Doğal olarak da o masalarda kadın sohbetleri dönüyor. Han olur da kediler olmaz mı? En az iki kedi siz dükkanların camekanlarına bakarken ayaklarınıza sürtünebilir ve aksi bir eda ile yanınızdan uzaklaşabilir.


Yan yana iki dükkan görürsünüz kapıları avluya açılan. Birinde keçelerden özel tasarım takılara doğru yol alırsınız, diğerinde renklerin cazibesine kapılırsınız. İşletme tamamen kadın ürünü gibi duruyor. Takıların tamamı özel tasarımcılar tarafından tasarlanmış ve sipariş üzerine çalışıyorlar. Müşterileri daha çok doktor ve belirli bir mevkiye gelen kadınlardan oluşuyormuş. Kendinizi kaybetmeden bu şık dükkandan çıkın ve yanda ki dükkanın ışıltılı dünyasına kapılın. Öyle renkli bir yer ki ilk başta kendinizi bir çizgi film kahramanı sanabilirsiniz. Dükkandaki renk cümbüşü içerisinde minyatür boyutlarda ve gerçeğini hiç de aratmayan ev eşyalarını görüyorsunuz. Öyle gerçekler ki bir an kendinizi Alice sanarsanız hiç şaşırmayın.Ben ilk gördüğümde "Aha Alice'in dükkanını buldum!" demiştim.

Dükkan sahibesinin bahsettiğine göre bunlar koleksiyon sahipleri içinmiş. Bu küçük eşyalardan birer oda tasarlayıp koleksiyon yapıyorlarmış meraklıları. Küçük olduklarına bakmayın, ince bir hesap yaptığınızda en az büyükleri kadar pahalı bu her bir eşya. Ama öyle sahici ki sizi kendine çekmeden olmuyor. Bir hayli de meraklısı, hatta yurt dışından bunun için gelenleri bile varmış. Ankaralılarda bayağı merak salmış bu yeni koleksiyonlara. Hayallerine sığmayan minik odalar yaratmışlar kendilerine. Dükkanları Ankara Kalesi Pirinç Han'da gezmek mümkün.





14 Ekim 2014 Salı


"Bir seyyah geçti!"


Bir seyyah olmak var bu dünyada, bir seyyah gibi her hayattan bir yudum tatmak var, bir seyyah gibi her demden gam almak, her gamı bir başka diyarda bırakmak var. Hepimiz özenmişizdir seyyahlara, ama hiç birimiz cesaret edememişizdir bir seyyah olmaya. Çünkü bizim, aşk gibi, aile gibi, yarınlar gibi görünmez prangalarımız var. İşte bu imrenilesi seyyahlardan biri de Ankara'dan geçti. Benimde yolum tesadüfen onun rotası ile kesişti.



Röportaj yapmak için tanıştık Tarık Gök ile. Sergisini bizzat onunla gezip de Himalayalar'dan Hindistan'ın arka mahallerine kadar her alanda fotoğraf karelerinin hikayelerini dinleyince kendisine evlenme teklifi ettim. Cidden ettim. Ama seyahatinin ve yaşamının ayrıntılarını dinleyince vaz geçtim :) Tarık bey İzmirli,  Ankara'ya sergi için gelmiş. Yanda gördüğünüz fotoğrafın inanılmaz bir hikayesi var. Birgün şu internetteki formlardan birinde anlaşıp 5 kişi yola koyulmuşlar. Himalayalar'dan Hindistan'a doğru gitmişler. 3 saat süren röportajın
 sonunda anlattığı hikayeleri buraya sığdırmam imkansız. Ama biri var ki onu anlatmam lazım. Bu güzel gözlü çocuk Hintli fakir bir ailenin engelli çocuğu. 15 yaşında. Gök, ilk gezinsin de onun fotoğrafını çekiyor ve Türkiye'de ki sergisinde fotoğraf satılıyor. Parayı cebine koyamayan Gök, adını dahi bilmediği bu çocuğu aramak için tekrar Hindistan'a gidiyor. Tesadüfen çocuğu buluyor ve ona parayı veriyor. Sonra diğer yakın kadraj fotoğrafı çekiyor. Şimdi onun geliri de ona gidecek. İşte bu hikaye benim insanlığımı sorgulattı. Birde tarık bey öyle bir şey dedi ki,  "Ben sadece 6 saat özgür değilim. Çünkü onda uyuyorum. Ya siz kaç saat özgürsünüz?"

Sahi, biz özgür müyüz?

Dip Not: Hindistan'dan adını bilmediğim bir taşım oldu :)
Merhaba ...

İlk giriş için bence gayet iyi bir sözcük. Bulmakta çok zorlanmadım. :) Sonuna üç nokta da koydum ki bitmediği aksine bir başlangıç olduğu ve devamının geleceği anlaşılsın diye. Hem üç nokta kullanmayan yazar mı olurmuş diye. Farkındaysanız kendimi yazar bile ilan ettim.

 Merhaba ...

Arapça bir sözcükmüş. Rahat ol, gevşe gibi bir anlamı varmış, öyle diyor Hazreti Google amcamız. O zaman hep beraber merhaba olalım. Niye ise bu kelimenin ardında bir Ahmet Kaya sesi tınlıyor kulağıma. Hani var ya, hani diyor ya, "Yağmur yağsın isterdim bu sabah, merhaba soylu sevdam merhaba" işte öyle,

MERHABA...

Şu satırlar yıllar öncesinden tasarlandı da, anca bir Ankara akşamında durduk yere, bir gazete ofisinde haber kokusuna karışan sigara dumanı ile klavye tuşu sesleri arasında yazılabildi. Beni bilenler bilirler, kırmızı defterlerimi benden iyi bilirler. Ve buradan o kırmızı defterlerden çıkan notları yazacağım. Canım istemeyecek yazmayacağım.

Ama en azından şimdilik hadi merhaba olalım...


Dip Not: İşte o Ahmet Kaya şarkısı: